KIBRIS BARIŞ HAREKÂTI’NIN 50. YILI DOLAYISIYLA O GÜNLERE AİT BİR ANI:

Beşparmak’taki Düşman

Okulda yaz kursları vardı. Bütünlemeye kalan öğrencileri yetiştirmek amacıyla Okul Aile Birliği ve Okul Koruma Derneği tarafından açılmıştı. Ben de bu kursların müdürlüğünü yapmak durumunda idim. Tam kursların ortasına gelmiştik ki 20 Temmuz’da Kıbrıs Barış Harekâtı oldu. Gündüzden, kahvelerdeki televizyonlardan izledim. Başarılı olmuştuk. Radyolardan ve bir iki yerde rastlanan televizyonlardan bol bol Hasan Mutlucan’ın kahramanlık türküleri yükseliyordu. Sevinçliydik, gururluyduk... Cumartesi günüydü. O zamanlar cumartesiler yarım gün mesai idi. Gündüz böyle geçti... Bizde büyük baldız, iki kızı misafirdi. Bir de küçük baldız zaten bizimleydi. Geceleyin uykuya yeni varmışken kapının zili uzun uzun çaldı. İlk uykunun sersemliği ve bin bir türlü düşüncelerle kapıyı açtım. Kapının önünde, kaldırımda bir gece bekçisi dikeliyor...

-Hayrola bekçi kardeş?

-Yunan gelceğimiş, Söke boşaltılcek... Emir böyle...

....

İçeri döndüm. Gecenin yarısı. Bir bebek, üç çocuk... Yedi kişi... Nereye nasıl gidilir?.. Boşaltma uygulayacak adam, aracı gönderir, güvenli bölgeye seyrekleştirir... Benim bildiğim, okuduğum bu... Ev halkı ayakta, çocuklar uykularından uyandırılmanın huysuzluğu içinde... Biz büyükler bir şey yapamamanın çaresizliğiyle birer arpacı kumrusu... Düşünüyorum, bu gece ben şu evimden daha sağlıklı bir sığınak bulamam ki... Duvarlar kalın taş duvar... Arka odaların güvenliği değme sığınaklarda yoktur... Ben böyle düşünürken kapı zili bu kez can alıcı gibi çalmaya başladı. Çıktım. Yine aynı bekçi...

-Daha ne duruyorsun hemşerim? Yunan Beşparmak’a gelmiş. Sabah buradaymış...

-Bizi götürecek araba nerde?..

-Ne arabası, sen kıypıttın heral...

-Boşaltma emri veren makam, bunları hesaplamak zorunda... Dört çocukla meydana çıkıp da senin Yunan’ının kurşununa hedef olamam. Git kaymakama söyle... Bir daha da bu kapının zilini çalıp içerdekilerin yüreğine indirme...

Bekçi gitti. Bizim pencerenin önünde, on on iki yaşlarında bir kız çocuğunun elinden tutmuş bir kadın, beyinin kucağında beş altı yaşlarında bir başka çocuk bekleşiyorlar. Ne yana gideceklerini kararlaştıramamış, panik yüzünden düşünme ve karar verme yetilerini yitirmiş vaziyette... Sokaktan bir aşağı bir yukarı gidip gelen insanlar... Bağrışlar çağrışlar... Ağlaşan çocuklar, “Ne yapacağız?” diye çırpınan kadınlar... Düşünceli düşünceli üç adım sağa gittikten sonra geri dönüp çocuklarını ve eşini kolları ile korumaya kalkışırmış gibi durup bekleşen erkekler...

Bekçi bizim zili bir daha çalmadı. Az sonra komşulardan biri geldi pencerede beni gördü... “Gel hoca bizim inşaattaki depoya girelim de şu bekçi rahat etsin... Senin sert çıktığını söyleyip durur... Emre itaat etmiyormuşsun.”

Çoluk çocuk toparlandık komşunun üst katını işleyerek ev hâline getirdiği, zeminde pamuk deposu yapmak üzere henüz kapısını kepengini takmadığı hangar gibi yere vardık. Tuğla, çimento torbası vb. üzerine tünemiş insanların biraz kıpırdayarak yer açmaya çalıştığı yerlere kadınları oturttuk, kucaklarına da çocukları yatırdık... Biz erkekler ayakta... Sabahı bekliyoruz... Oysa buraya bir silahlı düşman gelse otuz kişiyi birden biçer atar... Bekçi babanın emrini dinledik... Köşede yaşlıca bir amca küçük el radyosunu habire cızırdatıp duruyor... Kâh hışırtılar, kâh benim anlamadığım bol s’li, tıs’lı haberleri dinliyordu. Bir kere daha istasyon değiştirdi. Hışırtısız, parazitsiz bir istasyon buldu. Bir müddet dinledi... Arkasından “mere...” ile başlayan bir küfür patlattı. Ve bize, “Beşparmak, bizimki değil, Kıbrıs’taki Beşparmak’mış.” dedi, kalktı evine gitti. Biz de kapıya yöneldik. Bekçi hepimizi ayağa kalkmış dışarı çıkarken hışımla “Hemşerim nereye?..” sözünü bizim Giritli amca ağzında bıraktı. Git amirine söyle Yunan bizim Beşparmak’ta değil, Kıbrıs’ın Beşparmaklarında sıkışmış. Sıkı mı buraya gelsin!..”

Rahat nefes aldık. Sabah erkenden önce İzmir’e, oradan da Eskişehir’e çocukları, eşimi ve baldızları amcalarına götürdüm, bıraktım. Kendim âcilen döndüm. Pazartesi sabahı, saat yedi sıralarında Ortaklar’a geldim. Söke’ye geçecek araç bekliyorum. Yanımda bir otomobil durdu. Direksiyonda bir beyefendi, yanında bir bayan. Sordular, Söke’ye gideceğimi söyledim. “Bin biz de o yana gidiyoruz.” Ben binmek için kapıya yapıştığım sırada ileriden biri bağırarak geldi. “Bey, buradan yolcu alamazsın...” Sürücü araçtan indi. “Ne diyorsun sen be kardeşim?” Adam oraların Ortaklar Minibüslerine ait olduğunu, buradan yolcuyu ancak kendilerinin alabileceğini filan bağıra bağıra söylemeye başladı. İş biraz daha ağır sözlere doğru kaymaya başlayınca sürücü “Bak çok oluyorsun, ağzını bozma. Sabah sabah mesaiye yetişeceğim, ben Milas Savcısı’yım. Germencik Savcısı’nı aramayayım. Ağzını topla...” deyince bizim dayılanan minibüsçü kuyruğunu kıstı ve gerisin geriye hiçbir özür bile beyan etmeden kaçıp gitti. Böylece Milas Savcısı ile Yeltepe yoluna kadar geldim. Kendisine teşekkür ettim. Manisa’nın bir ilçesinde misafir olan kızını almaktan geliyormuş.

O gün Kaymakamlıktan emir geldi, geceleyin görev başında olacaktım. Yani gece gündüz okuldayım. Okulda haberleşme aracı olarak sadece manyetolu bir telefon var. Geceleri Kaymakam “Söke’de karartmaya uymayan ev var mı, nerede?” diye bana soruyor. Tabii tepedeki okulun üst katından o günkü Söke’nin tamamını görebiliyorum. Yine o gün öğrendim ki Orman Dairesinin Gümüş Dağında bulunan yangın gözetleme kulesindeki görevli, Yunan telsizlerinden Rumların Beşparmak’ta sıkıştırıldığını dinlemiş, duymuş. Bunu Söke’ye bildirmiş, bizi sokaklara döken sebep oymuş. Bizim sokakta görebildiğim, bilebildiğim o kadardı. Meğerse daha çok kötü durumlar ortaya çıkmış. Bütün ahali, traktörlerle, at arabalarıyla ve çoğu da yaya olarak kuzeye, Kuşadası’na doğru yola düşmüş. Diyorlar ki “Eğer bir Yunan uçağı şöyle alçaktan gelip de Granta-Abelaki yolunu tarasaydı binlerce insan ölürdü...”

O günlerde bir ders sırasında bir askerî helikopter okulun bahçesine indi. Yetiştim, hastaneyi sordular. Hastaneyi gösterdim. İnemeyeceklerini söylediler ve gittiler.

O olaydan birkaç gün sonraydı, Uzunçarşı’dan geçiyordum. Yine aynı bekçi, yolda park eden araç sürücülerine “Hemşerim çek arabanı, az sonra teyyare geçcek.” Şaşırdım. Sürücüler de şaşırıyor ve adamın suratına yahu bu adam aklını mı oynattı; acaba bekçi kılığında meczup biri mi diye şüpheyle bakıyorlar. Sonradan anladık ki geçen günkü helikopterin taşıdığı hasta bir pilotmuş. Pilot Adalar Denizi’ndeki Yunan uçaklarının saldırısını savuştururken yakıtı bitmiş ve Atburgazı’nda bir tarlaya iniş yapmış. O uçağın kanatlarını sökmüşler ve gövdesini bir TIR’la götüreceklermiş. Bu yüzden Söke ana ulaşım yollarını boşalttırıyorlarmış. Aynı zamanda caddede karşıya geçen alçak teller kesilmiş, elektrikler devre dışı bırakılmış... O zamanlar Söke’nin çevre yolu yoktu. Milas, Bodrum bağlantısı Albayrak Caddesi ile Uzun Çarşı’dan (İstasyon Caddesi) sağlanıyordu.

KIBRIS BARIŞ HAREKÂTININ 50. YILI KUTLU OLSUN.